Aydınlık Söyleşileri . Prof. Dr Erinç Yeldan'la Söyleşi

Bu iktisadi tercih sürdürülemez!

PDFYazdır
02-erinc
Değerli hocamız Bilkent Üniversitesi İktisat Bölümü Öğretim Üyesi ve yazar Prof. Dr. Erinç Yeldan’la Türkiye ekonomisini yakın dönemde bekleyen riskleri, kriz olasılığını, AKP iktidarının 12 yıllık sürecini, geldiği yeri ve çözüm olasılıklarını konuştuk.
- Sayın Yeldan, Türkiye ekonomisinin içinde bulunduğu durum hakkında ne düşünceleriniz nedir?
Ekonomi gündemimizin giderek siyasallaştırıldığı ve bir sis perdesine büründürüldüğü günlerdeyiz. Öncelikle, Türkiye’nin makrœkonomik dengelerini şekillendiren belli başlı verilerin son on yıllık tarihçesini bir anımsatmakta yarar görmekteyim. Yandaki tablo, AKP’nin on yıllık ekonomik bilançosunu üç alt dönemde özetliyor. Kriz öncesi, kriz yılı ve kriz sonrası. 
Kriz öncesi 2003-2008 döneminde AKP yönetimi gerek Hazine borçlanma senetleri (DİBS), gerekse merkez bankası politika faizleri aracılığıyla yüksek reel faiz sunmuştur. Yüksek faiz politikası 2009’da da AKP yönetiminin ana tercihi idi. Böylelikle yurt dışından çekilen sıcak nitelikli, spekülatif yabancı sermaye sayesinde döviz kuru ucuzluyor (dönem boyunca toplamda reel olarak yaklaşık %13) ve cari işlemler açığı yaratılabiliyordu. Bu arada söz konusu dönemde Türkiye birikimli olarak 137 milyar dolar net yeni dış borç biriktirmiş idi.
Yüksek faiz uygulamasının söz konusu dönem boyunca AKP ekonomi programının asıl özü olduğunu sürekli olarak vurgulamaktayız:” ‘Faiz Lobisi’ 2003’ten bu yana uygulanan programın ta kendisidir”.
BÜYÜME MASALININ SONUNA GELİNDİ
- 2009 krizinin Türkiye ekonomisi üzerine etkileri ne oldu?
2009 krizi sonrasında AKP ekonomi yönetimi yepyeni bir olanağa kavuştu. Özellikle ABD kaynaklı “canlandırma operasyonları” uyarınca izlenen parasal genişleme politikaları sayesinde dünya para piyasalarına üç yılda yaklaşık 2 trilyon dolarlık net likidite sunuldu. ABD dolarının arzı 500 miyar dolar düzeyinden 2.5 trilyona çıktı.  Faiz oranları tüm küresel piyasalarda geriledi, neredeyse sıfır düzeyine yaklaştı.
Uluslararası piyasalardan “sıfır” faiz ile borçlanabilme olanağı, AKP’nin imar ve inşaat rantlarına dayalı, taşeron-sanayileşme politikasının parasal kaynaklarını oluşturdu.  Ancak, bu tercihin yarattığı dış açık ve dış borçlanma, yerli yabancı, tüm “piyasa aktörlerini” tedirgin eder durumdaydı.  Finansal kırılganlık ve dengesiz büyüme üzerine merkez bankasın “finansal istikrarı gözeten” ve dış açığın derinleşmesini engellemeye yönelik politika arayışlarına yöneldi. Merkez bankası faiz silahını elinden çıkartmaya niyetli değildi.
2014’ün ilk yarısında görünen durum şudur. Açıklanan rakamların gösterdiği üzere enflasyon yeniden yükselme eğilimini sürdürmektedir.  Ucuz döviz dönemine öykünülmekte, ancak dövizin ucuzluğunun ulusal sanayi üzerine yarattığı tahribat (Soma cinayetlerinde yaşandığı gibi) ve ulusal tasarrufların çöküşü, artık bu iktisadi tercihin sürdürülemez olduğunu belgelemektedir.
AKP’nin çok övündüğü “yüksek büyüme” masalının aslında dövizin ucuzluğundan kaynaklanan, hormonlanmış bir talep patlamasına ve kayıt dışı imar rantlarına dayanmakta olduğu ise defalarca dile getirilmiş idi. Resmi veriler son on yılın ortalama büyüme hızını yüzde 4,9 olarak gösteriyor.  Bu rakam tüm Cumhuriyet döneminin ortalamasına ancak ulaşmakta olup, Türkiye benzeri gelişmekte olan yükselen piyasa ekonomilerinin söz konusu dönem boyunca sergilediği büyüme performansının altındadır.
- Türkiye’de ekonomik krizler hangi durum/durumlarda oluşuyor, örneklendirerek açıklayabilir misiniz?
Artık ciddiyetin yitirildiği noktadayız. Ama gene de bir toparlama çabasında bulunalım. Krizin yapısal koşulları ile tetikleyici unsurlarını  birbirinden ayırmamız gerekmektedir. Türkiye’de bir döviz krizinin yapısal koşulları son on yılda izlenen politikalarda döşenmiştir. Krizin hangi koşullarda, hangi piyasada ve hangi tarihte ortaya çıkacağı krizi tetikleyen unsurlara bağlıydı ve nitekim de öyle oldu.
Türkiye’de bir döviz krizinin yapısal koşulları 2000’li yıllar boyunca izlenen spekülatif büyüme modelinde yatmaktadır. Bu model, uluslararası piyasalarda dövizin bolluğuna ve faizlerin düşüklüğüne dayanarak, döviz kurunda ucuzlamayı öngören ve sürdürülemez nitelikte dışa bağımlı bir büyüme ivmesi yaratmıştır. Ancak bir yandan da dış açık (cari işlemler açığı) tehdidi ile birlikte Türkiye ekonomisini kırılgan ve istikrarsız bir yapıya büründürmüştür.  Döviz kurlarında son iki haftadır gözlenen pahalılaşma Türkiye’de son on yılda uygulanmış olan bu tür dış borç yaratıcı ve dışa bağımlı spekülatif büyüme modelinin yarattığı kırılganlıkların doğrudan sonucudur.  Bu süreçte, 17 Aralık sonrasında yaşanan iç siyasi gerginlikler veya Suriye ve Mısır üzerinden bölgemizde yaşanan uluslararası güvenlik sorunları veya Amerikan Merkez Bankası’nın  miktar kolaylaştırması programını terk etmeye başlayacağı ve uluslararası piyasalarda döviz bolluğunun sona ereceği  endişeleri hepsi birer tetikleyici unsurdur.. 
Söz konusu yapısal kırılganlıkları görmezden gelerek, krizi tetikleyen unsurları “faiz lobisi” diye adlandırılan bir düşmanın komplolarına bağlamaya çalışma çabası, ekonomi idaresinin sorumlulukları üzerinden atma ve dikkatleri sorunların özünden saptırma uğraşından ibarettir.
Bu konuyu işleyen görüşlerimiz bundan yaklaşık altı buçuk sene önce, 24 Mayıs 2006 tarihli Cumhuriyet gazetesindeki köşe yazımızda şu şekilde yer almış idi.  
KRİZİN YAPISAL NEDENLERİ
“Türkiye’nin küresel krizi bankacılık sistemi üzerinden değil, finans dışı şirketlerin üretim, ithalat finansmanı ve işsizlik sorunları aracılığıyla yaşaması olasılığı yüksektir. Zira 2003 sonrası dönemde Türkiye’nin uluslararası ekonomiyle olan ilişkilerinin ana aktörleri “bankacılık kesiminden” ziyade, “reel üretici şirketler ve hane halkları” olmuştur.  Bu süreç içerisinde finans-dışı şirketlerin ve hane halklarının aşırı derecede ithalat ve dış borçlanma bağımlılığı içine sürüklenmesi, ulusal ekonomik dengelerde önemli bir kırılganlık kaynağı oluşturmuştu. 
Türkiye’de (döviz kurundaki pahalılaşma yaşanması durumunda) aşırı dış borç içine sürüklenmiş bulunan şirketler ve hane halklarının finansal dengeleri hızla bozulmaya itilecek ve reel sektörde önce küçük ve orta boy işletmelerden başlayan iflaslar, yan sanayilerin çökmesi ve yaygın işsizlik ile derinleşen bir reel sektör krizi yaşanabilecektir. Reel sektörün intibak mekanizmaları, finans sektörüne görece daha yavaş ancak daha kalıcı ve derin olduğu için, bu tür bir kriz tetiklendiğinde krizin biçimi, söz gelimi 2001’de olduğu gibi ani bir çöküş biçiminde değil, zamana yayılmış uzun süreli bir durgunluk şeklinde tezahür edebilir.
Bu tür bir kriz olgusu geleneksel kriz biçimlerinden farklı olarak, gelişmekte olan piyasa ekonomilerinde doğrudan reel sektörden kaynaklanan bir üçüncü nesil kriz biçiminin yapısal koşullarının oluşmakta olduğunu belirtmektedir.  Türkiye’nin de aralarında bulunduğu yüksek cari açık veren ve yüksek dış borç taşıyan ülkelerin böylesi bir tarihsel dönemeçte olduğu görülmektedir”.
BÜYÜME TAHMİNLERİ DÖVİZ KAYNAKLI
- Türkiye ekonomisinde büyümenin kaynakları üzerine yapılan çalışmalar, 2000 sonrasında büyümenin yüzde 66’sının sermaye artışlarından; yüzde 13’ünün işgücü istihdamındaki artıştan; yüzde 20’sinin ise teknolojik/kurumsal gelişmelerden kaynaklandığını gösteriyor. Oysa 1980-2000 arasında sermayenin büyümeye katkısının yüzde 50; emeğin ise yüzde 33 olduğunu görüyoruz. Demek ki Türkiye sermaye yoğun biçimde büyümekte.
2000’li yıllar büyümenin kaynakları arasına sanki yeni bir kavramı daha ilave etti; ucuz döviz kuru (yani kabaca doların TL fiyatının ucuzlaması).  Döviz ucuzladıkça Türkiye ekonomisi daha çok büyüyor. Yabancı sermaye bağımlılığı tuzağına sıkışmış bir ekonominin kaçınılmaz gerçeği olan bu durum, dövizdeki ucuzlama söz konusu olunca saman alevi gibi parlıyor; ancak kur dengesi TL aleyhine değişince duraklamaya hatta krize sürükleniyor. Öyle ki Türkiye’nin geleceğine ilişkin büyüme tahminlerini yaparken artık büyümenin gelenekselleşmiş kaynaklarına (sermaye, emek, teknolojik ilerleme) değil; dövizin fiyatının ne olacağına, yani aslında yabancı finansal yatırımcıların Türkiye’ye ne kadar döviz getireceklerine bakmak zorunda kalıyoruz.
DEVLET YENİ SEKTÖRLER YARATMAYI HEDEFLEMELİDİR
- Sürdürülebilir sanayileşmenin ana unsurları neler olmalıdır?  
Bir söyleşinin sınırları içerisinde kalarak, kanımca başlangıç noktamız, kalkınmanın aynı şeylerin daha yoğun olarak üretildiği uzmanlaşma değil; henüz üretilmemiş yeni şeylerin üretilmeye başlanması anlamını taşıdığı ve uluslararası işbölümünde daha yüksek katma değerli mallar üretmeyi içerdiği gerçeği olmalıdır.  Dolayısıyla, amacımız “göreceli üstünlüklere” dayalı zaten kendini ispatlamış sektörlerin değil, küresel ekonomiye dayalı “yaratılan” stratejik aktivitelerin desteklenmesi olmalıdır.  Bu anlamda kendini yineleyen, sürdürülebilir bir kalkınma süreci, ancak yatay olarak sürekli genişleyebilen bir kalkınma stratejisinin varlığını gerekli kılar.  
Kalkınmanın bu şekilde ele alınması kuşkusuz geleneksel ana akım iktisat kuramının göreceli üstünlüklerde uzmanlaşmaya dayalı kaynak tahsisi prensibine tam tamına zıttır.  Burada önerdiğimiz strateji, “göreceli üstünlüklerin” veri olarak alınması değil, küresel ekonominin sinyalleri uyarınca “yaratılmasıdır”.  Devlet, kalkınma sürecini ateşlemek üzere zaten kazanan konumdaki sektörleri desteklemeyi değil; yeni-kazanan sektörler yaratmayı hedeflemelidir.  Burada devlet, tarafsız ve görünmez hakem olarak değil; bilakis, aktif girişimci olarak çalışmalı; küresel ekonomik ve demokratik performansına bağlı olarak da denetlenmesi kurgulanmalıdır.
Dolayısıyla, çözüm, bölgesel eşitsizlikler ile mücadeleyi ana eksenine koyan, devletin de aktif katılımı olan bölgesel kalkınma planlarına dayalı, eşitlikçi ve demokratik katılımlı bir bölgesel kalkınma projesinden geçmektedir.  Yoksa, bir yanda teknik beceri ve modern eğitim olanaklarıyla donatılmış yüksek gelirli Türkiye ile, diğer yanda ortalama eğitim süresinin 3.5 yıl olduğu (ilkokuldan terk) ve asgari üç çocuk sahibi olarak bir ucuz işgücü deposuna dönüştürülmüş inançlı nesiller barındıran yoksul Türkiye arasındaki genişleyen uçurum tüm Türkiye’yi aşağıya çekmeye devam edecektir.
LALE DEVRİNİ ANDIRAN EKONOMİ İDARESİ...
Dövizin ucuzlamasının ayrıca basit bir aritmetik hesabı var.  Şöyle ki, Türkiye 2002-2012 arasında gerçek anlamda yılda ortalama yüzde 4.9 büyüdü (Cumhuriyet tarihi ortalamasıyla aynı).  Ancak söz konusu dönemde doların fiyatı reel olarak (enflasyon farkından arındırıldığında) neredeyse yüzde 60 ucuzladı.  Böylece dolar bazında kişi başına gelirimiz üç misli artış gösterdi ve on bin doların üzerine çıktı. Dövizdeki fiyatlamanın etkisinden kaynaklanan bu sanal durum, AKP ekonomi yönetimince “mucize öyküsü” olarak pazarlanmaktadır.
Aritmetik çalışmayı bir adım daha ileri götürelim.  Türkiye’nin 2023 yılı hedefleri (aslında mevcut ekonomi anlayışında “temenniler” dememiz gerek) kişi başına gelirin 25 bin dolara çıkacağı yönünde.  Ancak mevcut yüzde 4 düzeyindeki gerçek büyüme hızıyla bunun mümkün olamayacağı açık.  Dolayısıyla doların fiyatında ucuzlamanın sürdürülmesi ve 2002 sonrasına benzer biçimde dolar bazında sanal bir büyüme gerçekleşmesi gerekiyor.  Hesaplarımız, Türkiye’nin 2023 temennilerini yakalayabilmesi için şu günlerde 2.08 TL olan doların fiyatının 2023 yılında reel olarak 1.27 TL olması gerektiğini gösteriyor.  Kur önümüzdeki on yıl boyunca 1.27 düzeyine düşer mi? Düşerse sanayi ihracatçısının hali nice olur? Ve bu döviz bolluğunun yarattığı cari açık ve dış borçlanmanın ekonomik ve siyasi yükümlülükleri nasıl karşılanır?  
Bunlar Lale Devrini andıran Dubai türü tüketim özlemlerini güden bir ekonomi idaresinin duymak istemediği sorular...
Kubilay Kızıldenizli

Yorumlar

  1. Bu Erinç beyi gönderin London School'a, ağız değiştirir, burada okuduğu nâmeleri asla okumaz. Bu yeteneğe sahip olmayan, yani başka nâme bilmeyen Dr. Osman A. A. 1980'li yıllarda gittiği yurtdışında çok kötü deneyimler yaşamış, bunları yazı-dizisi olarak halâ yazmakta olduğu gazetede tefrika etmişti.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Hayatın Özeti ya da Yeşil Mavi Hayat

Çukurova'da Fransız!a İlk Kurşun

920'nin 16 Mart'ı...