BÜYÜK AİLE

Bölüm-1-

TEĞMEN ŞERAFETTİN

4 Ağustos 1915 Saat 16 civarı, Osmaniye Adana….

Emekli Cebelibereket Vilayeti Kolağası Zekeriya Efendi sıkıntılar içinde uyumaya çalışıyordu. İkindi namazından sonra her zaman yaptığı gibi salondaki sedirin üzerine sağ yanına yatarak uzanır, iki kolunu dirseklerinden kırar, elleriyle diğer kolların pazularından kavrayarak uyurdu. Böylece yana yatarak uyumaya çalışırken bedenine destek olurdu. Aslında uzaktan bakıldığında çok estetik görünürdü uyurken Zekeriya Efendi bu haliyle. Yaz kış mutlaka üzerine bir şeyler örtecek ve özellikle ayaklarında koyun yününden örülme çoraplarıyla gezecekti.

Torunlarının hayalinde uçlarından kıvırarak bir hayli uzattığı gür bıyıklarıyla daha da heybetli görünen bu adamın, bu heybetiyle ters orantılı görünen, uzun entarili geceliğiyle sabah tuvalete giderkenki sevimli hali olacaktı.
Fatma Hanımdan olan torunları Mehmet, Seher ve Hatice’yi kucağına alır ve kız erkek ayrımı yapmaksızın, bir menekşenin yapraklarını parmaklarının dış yüzüyle okşar gibi yanaklarından severdi onların.

Oysa şimdi sıkıntılı bir öğle uykusunun tam ortasında, kapkaranlık gözleriyle kendine saldıran bir ejderhayla dövüşmekteydi. Yedi başlı bir ejderha, yedi düvel gibi ağzından ateşler püskürterek, her şeyi yakıp yıkarak saldırmaktaydı. Kara gözleriyle ve sanki petrol yağıyla yağlanmış gibi karanlığın ışıltılarını yansıtan iğrenç, kırtık-kırtık testere dişlerini üzerinde taşıyan derisiyle saldırıyordu bu ejderha.

Zekeriya Efendi dehşetli sıkıntılı bir karabasanın tam ortasındaydı. Elinde ne silahı vardı karşı koyacak ve ne de bu durumdan korkup kaçacak kadar ürkek bir kalbi…
Kolay mı, Osmanlı’nın çöküşe geçtiği son yüzyılın önemli bir bölümüne asker olarak tanık olmuş, savaş meydanlarında karşı safa geçen Arapların ihanetini görmüş, en yakın arkadaşlarının, askerlerinin “şehit” olmuş mis gibi kokan bedenlerini kendi elleriyle toprağa vermiş bir adamdı.

Ama bu “karabasan ejderhası” başka bir şeydi ve onu kalbinden vurmaya çalışıyordu. Kendini savunacak bunun için ne bir silah ne de kalkan vardı kapkaranlık gecenin içindeki bu karabasanda.
Ve tatlı bir akşamüzeri uykusu olarak planladığı uykusu, hiçbir şekilde tahmin edemeyeceği kadar kötü bir sonla noktalanacaktı.

Zekeriya Efendi, yıllar önce eşi Menekşe Hanımı ve ardından oğlu Ahmet Efendiyi kaybetmiş ve kızı Fatma Hanımı da yeğeni Osman Beyle evlendirmişti. Şimdi 90 yaşına ulaşmış bir ihtiyar olarak, gelini Ayşe Hanım ve kızı Nazife Hanımla beraber yaşıyordu. Kızı Nazife Hanım Mehmet isminde bir subayla nişanlanmış, acilen Çanakkale’ye çağrılmıştı. Çanakkale’ye gitmeden önce Mehmet Beyle hoca nikahları kıyılmıştı ve şimdi Nazife Hanım da asker yolu gözlemekteydi, aynı yeğeni Şerafettin’i beklediği gibi.

Ayşe Hanım, eşinin ölmesine rağmen baba evine dönmeyerek, baba yerine koyduğu Zekeriya Efendinin bakımına adamıştı kendini. Oğlu Şerafettin, Mülazım Evvel rütbesiyle orduda görev yapmaktaydı şu an. Daha 21 yaşında yeni bitmiş kaytan bıyıklarıyla, göçebe Türkmenlere özgü bembeyaz bir tenle ve güldüğü zaman tamamen kaybolan ela gözleriyle tam bir erkekti Şerafettin annesi Ayşe Hanımın gözünde…

Osmaniye’nin evlenme çağına gelmiş genç kızları için çok kuvvetli ve gelecek vadeden bir gençti Mülazım Evvel Şerafettin. Kızlar o geçeceği zaman mendillerini önüne atarlar mıydı bilinmez ama kapı aralarından ve perde arkasında gözlenirdi bu delikanlı kızlar tarafından. Eeee az bir şey mi, gösterişli Osmanlı üniforması içinde sırım gibi bir delikanlıydı o. Üstelik daha 21 yaşında…

Babası Zekeriya Efendi’nin birkaç mahalle ötesindeki bir evde, eşi Osman Efendi ve çocukları Mehmet, Hatice ve Seher ile oturan Fatma Hanım, yeğeni Şerafettin’e pek düşkündü. Şerafettin izine geldiğinde, aynı şehirde annesi ve dedesi de yaşamasına rağmen, mutlaka halasının evinde birkaç gün kalır ve en büyüğü henüz on yaşına bile basmamış kuzenleriyle oynar ve onlara her çocuğun hoşlanacağı şekerlemeleri getirmeyi ihmal etmezdi. Halası her akşam arkadaşlarıyla buluşmaya giden Şerafettin’i, “Oğlum dikkat et, sağda solda fazla dolanma, sakın geç kalma” diye uyarır, Şerafettin ise, “Ya hala ya, ben artık zabit oldum, kim bana ne yapabilir, merak etme” der ve gülerek evden çıkardı.

Evet, kim dokunabilirdi ki Mülazım Evvel Şerafettin Efendiye kim?
Ama birileri dokunacaktı işte…
19 Şubat 1915 tarihinde başlayan süreç Türkiye’yi ve bu güzel ülkenin insanlarını da karanlık bir noktaya götürecekti.

Yorumlar

  1. Seninle gurur duyuyorum...Sabırsızlıkla bekleyeceğim.
    Nilyy

    YanıtlaSil
  2. Sapka cikartiyorum Kuzen...

    Ayrica sen "yaz" olur mu... mutlaka ve her zaman "yaz"...

    Kalbine ve cesaretine saglik....

    Bu buyuk bir proje; ve aile tarihimize gececek.

    tebrikler.

    YanıtlaSil
  3. muhtesem bir baslangic kuzen..... hade cabuk cabuk yayinla obur bolumleride cok bekletme emi... ayrica bu proje icin tebrikler ve oduller bekliyo seni... yuragine saglik :))

    kuzey isigi

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Hayatın Özeti ya da Yeşil Mavi Hayat

Çukurova'da Fransız!a İlk Kurşun

920'nin 16 Mart'ı...